19. 07. 1996
Muhterem Kardeşlerim!
Rahmet çorak vâdileri yeşertir. “Biz rahmetle herşeyi dirilttik.”[1] Eğer rahmet yağmasa, hayat durur. Rahmet, dere olur, nehir olur, ırmak olur. Ummana kavuşmak için bendini yıkar; illâ denize kavuşacak. Ancak o zaman rahat eder. Aslına kavuşmazsa, buharlaşır, çöllerde kokuşur, kaybolur gider.
Bir rahmet yağar, mürşid-i kâmilden ruhlara. Zikrullah, muhabbetullah rahmeti, dervişi benliğinden alır. O da bahr-ı ummana doğru gidecek, ilâhî rahmete, aslı olan ummana kavuşacak. Ona rahmet yağdıran mürşidine kavuşacak.
Hak mürşitten yağan rahmet, hasedimizden, inadımızdan, benliğimizden, nefsânî olan şeylerden bizi arındıracak. Susuz kalan çöl vâdimizi yeşertecek. Aşkullah, muhabbetullah ile zevk u sefâya erdirecek, içimizin baharı gelecek. Gönlümüz huzûr bulacak. Suskun dilimiz Allah diyecek.
Þu insan, mürşidin himmetiyle, lütuf ve keremiyle Hz. İnsan olacak. Nefsî mücadelede muzaffer olacak. Varlığından soyunup Hak varlığına ulaşacak, bendini aşacak, yıkacak. Kendini aşacak. Öyle bir âleme gelecek ki, ilâhî tecellînin mazharı. Zâhiri halk ile bâtını Hak şuhûduna erecek.
Hz. Ali (kv) kendini aştı, sırra kadem bastı, velîler velîsi “Ene nâtıkü’l Kur’an” “Ben konuşan Kur’an’ım” dedi. Bütün ehlullahlara bakıyorum ki öyle bir âleme gelmişler, hikmetlere râm olmuşlar, sırra kadem basmışlar... Hepsi de Hak mürşitlerinin telkînlerine sadâkat, emirlerine itaatle bu kemâli bulmuşlar.
Bir âyet-i kerimede “Biz dervişimizi yüklendik.”[2]Yâni onu sâhil-i ehâdiyete getireceğiz, vuslata getireceğiz. Onu harem-i ismete getireceğiz. Onu sevgiliyle hemdem edeceğiz.
Bakın muhteremler!
İnsanı mes’ul eden, akıldır. Akıl olmazsa, insanın mes’uliyeti yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, haram-helâl, günah-sevap onun için yoktur. Akıldır insanı insan eden!
Bir akıl var ki, akl-ı maaş, dünyâ aklı. Bir akıl var akl-ı maad, ahiret aklı. Bir akıl da var ki, akl-ı külli, Allah aklı! Bizim dervişanımız akl-ı bâliğ olmalı, akıllı insan olmalı. Akıldır insanı kemâle getiren, düşünüp tefekkür ettiren. Akıldır insanı, insan-ı kâmil eden.
Biz acaba akıllı mıyız, akıl bâliğ miyiz? Bir akıl dedik ki dünyâ aklı, bu akıldan çıkacağız ki, o akla, akl-ı külliye erişelim. Bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak
“Ellezîne yezkürûnallahe kıyamen ve kuuden ve alâ cünûbihim ve yetefekkerûn...”[3]“Onlar tefekkür ederler, âli makâma, tefekkür makâmına yükselirler. Demek ki tefekkür edenler, akıl sahipleridir. “Ulûl ebsâr!”[4] Kur’an da akıl sahiplerine hitap eder. Biz de ihvânımızın tevhîtte akıl bâliğ olmalarını istiyoruz. Düşünen, tefekkür eden, adımını göre göre atan olmalarını istiyoruz.
Akıl sahipleri maziyi, müstakbeli, geçmişi ve geleceği hâl ederler. Akıl sahipleri, hâdiseleri, olayları akıl terazisinde tartarlar, Akıl sahipleri, Allah ve Resûlü’ne muhatap olurlar, Kur’an alırlar, hadîs alırlar. Akıl sahipleri, halk arasında muteber insanlardır, halkın itimat ettiği, güvendiği kişidirler.
Onun için bizim dervişânımız akıl sahibi, akıl bâliğ, düşünen, tefekkür eden, adımını göre göre atan, ölçülü, ayarlı olmalı.
Ben Balıkesir’de birisine ders verdim de “Sakın bunlar gibi derviş olma! Bunlar hep hazırcı. Sen arayacaksın, bulacaksın, getireceksin, besleyeceksin. Senelerden beri taşıyoruz, hep biz besliyoruz. Halbuki akıl sahibi olan insan, ne der? Benim vermem lâzım, der” dedim.
Biz de akıl sahiplerinden üretim istiyoruz. Düşünen, tefekkür eden, ilhâm alan, feyz alan, hikmetlere râm olan, muhabbetullah üreten, çevresine ışık tutabilen olmalarını istiyoruz.
Ne zaman mürşidin rahmeti dervişin üzerine yağacak, zikrullah, muhabbetullah rahmetleri yağacak, o kişi neşv ü nemâ bulacak. Her şey onda tecellî edecek. Yâni ilâhî aşk, ilâhî sevgi, ilâhî muhabbet ... Öyle tecellîlere mazhar olacak ki, dil tariften âciz!
“Meyvesiz bahçeyi eyleme imar
Çektiğin zahmete hebâ dediler.” Verimsiz bahçeyle uğraşma. Bir toprak vardır, su verirsin suyu tutmaz, gübre verirsin gübre tutmaz; verimsiz topraktır. Bir toprak vardır, suyu tutar, gübreyi tutar, sebzesini, meyvesini yetiştirir. Her şey onda hayat bulur. İşte müritler, mürşitlerinin birer bahçesidirler. Onları işleyecekler, onlara zikrullah, muhabbetullah nehirlerini bağlayacaklar. Onları kesâfetten letafete geçirecekler. Onları akıl bâliğ yapacaklar. Onlara düğün, dernek, gerdek yapacaklar.
Süleyman Çelebi, Hz. Muhammed’in(as) Âmine Hatun’dan doğuşunu anlatmamıştır. Onu tarihçiler yazmış, kitaplar yazmış, Asr-ı Saadetler onu yazmışlar. Hz. Süleyman, Hz. Muhammed’in kendinden tulû edişini, Muhammediyetin kendinden doğuşunu anlatmıştır. Akıl bâliğ olmuş, mürşidi ile gerdek olmuş, hemdem olmuş, ilikten damardan, cândan içeri vuslet etmiş, sırrına sırdaş, yoluna yoldaş olmuş. Hz. Muhammet (as) doğmuş, vicdan çocuğu olmuş. Biz Muhammediyete sahibiz, tâlibiz.
Onun için acaba Efendiler ne söylemek istiyorlar?
Bütün ehlullah feryat etmişler, bir şeyler söylemişler. Þu insanın, vücudundaki nefsânî olan şeylerden arınması, bâtıla dur diyebilmesi, kesafetten letafete geçebilmesi, Hz. İnsan ünvanını kazanması, ben Hz. İnsanım, beni Allah kendisine muhatap seçmiş, ben Allah’ı diyet edenim, kelâm-ı Hak’la sohbet edenim diyebilmesi...
Bu sırra ancak Hak mürşidin emrine itaat, telkîne sadâkatle erecektir derviş. Akl-ı selîm, düşünen, tevhîtte aklı bâliğ olan, mes’uliyet duygusu ile duygulanan, kendisine Kur’an verilen, Kur’an’a muhatap, Kur’an’ın sahibi, velâyet sahibi olacak.
Velâyetten nübüvvete, nübüvvetin de sahibi. Velâyeti var, nübüvveti var, makâmât -ı tevhidi var. Tevhîtle haşir-neşir olmuştur.
Bizim ihvânımız giderse bir yerde Allah’ı aramaya, yazıklar olsun ona, derim. Nerde bulacaksın? İlikten, damardan, cândan içeri değil mi?
“Küntü sem’an ve basaran ve yed’en...” “Ben sevdiğim kulumun diyeti olurum.” diyen Hak mürşit, sevmenin, sevilmenin yollarını gösterdi bize, ruhundan ruh verdi bize.
Sırr-ı velâyeti, sırr-ı nübüvveti, sırr-ı âdemiyeti açtı bize. Öyle bir yol önümüze açılmış ki, bu yolda sa’y ü gayret etmeliyiz. “Veen leyselil insani illa ma’saa”[5] İnsan sa’y ü gayret edendir. Benliğini aşandır, varlığından Hak varlığına ulaşandır.
“Melâmidir evliya,
Dahi nice enbiya
Cihârı bâ sefâ
Kendine gel hey kendine”
Melâmete ermeden ne velî olunur, ne nebî olunur... İnsan olmak mümkün değildir. Yeter ki melâmetin sırrına ersin, vuslat-i yârla halvet olsun.
İhvânımız az daha gözü kara, silkenenebilen, dünyâ ve ukbâyı tamir etmekten geçebilen olmalı.
“Ölmüşüm ölmezden evvel erdi cânım vahdete /
Ol bekâ-yı gülşen-i vahdetteyim yek dane ben.”
O gülşen, o vahdet, o bekâ âleminde vahdetteyim ben, vusletteyim ben, velâyetindeyim. Sözüm Kur’an! Feryat edip neler söylemediler ki... “Gir bizim bahçeye gör / Bülbüller efgân eder.” Dervişânımız zikrullah yaparlar, muhabbetullah yaparlar. “Cümle bülbüller içinde yekta gör bir dane ben.
Hani o senin benin, hani bir tane oluşun, hani vahdette vahdet oluşun, hani kesrette Hz. Muhammed(as) ile doğuşun?...
Muhteremler!
Zamanımız o kadar az ki, bunun bir nefesi bile boşa gitmemeli. Þu insan perde arkasında durmamalı. Sevmenin, sevilmenin sırrına ermeli, Hakk’ı diyet etmeli.
-Sen kimsin? diye sorulunca:
-Ben Hak mürşitte yok olanım. Ruhundan ruh alıp dirilenim. Hakk’ın muhâtabıyım. Velâyetim var benim, hikmetlere râm oldum. Kelâm-ı Hak’la söyler dilim. Allah’ın Resûlü’nü bin dört yüz sene sonra topraktan kaldırdım, dirildi, geldi bana, bende ben oldu. Muhammediyetin mazharıyız.” Sözümüz böyle! Dağlara, taşlara söylesek, paramparça olur, akarlar.
“Ve hamelehel insan”[6] Biz, bunu Hz. İnsana söylüyoruz. Fena-yı tamda bekâ bulanlara, varlğından soyunup Hak varlığına ulaşanlara söylüyoruz; tabutla, teneşirle Allah’a gideceklere değil!
Telkîne sadâkat, emre itaatle gönül evine giren, harem-i ismete kadem basan, sevginin mazharı olan, îmân-ı taklitten îmân-ı tahkîke, “Ya eyyetühen nefsül mutmainne” [7]Nefs-i mutmainne sırrına mazhar olanlar, bu meydana gelsinler.
“Men aref sırrına er ko gafleti
Gör ne remz işler bu insan sureti
Haşri, neşri, tamuyu hem cenneti
Gayre bakma sende iste, sende bul ya hû!”
Gözünden görsün, dilinden söylesin, seni taşısın, seninle hemdem olsun sen hâlâ ne istiyorsun?
Aç gözünü hikmetle bak! Tefekkürle bak, nazar et eşyaya, eserde müessire nazar et... Hak mürşidin telkîni, bize emri bizi bu engellerden geçirecek, mânâ eri edecek. Hâlâ gelecek kelimesi bana ağır geliyor. Gayrı ne var a cânım, cân u cânân sendedir, derde derman sendedir.
Bir silkelenebilsek, şu çevremizden bir arınabilsek... “İstemem ben dünyayı, hem istemem ukbâyı” Dünyadan silkelenebilsek, ne dünyâ, ne ukbâ. Gönül buldu Mevlâ‘yı. Hak mürşidin telkîniyle oldu bunlar bana. Emrine itaat, telkîne sadâkat rehberimdir.
“Söyler kelâm bakar sana, görmez gözüm hiç mâsiva
Verdim gönül Hak’tan yana, hep gördüğüm dîdar olur.”
“Fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah.”[8] Nasıl feryat etmesin Hasan Fehmiler! Neler söylemediler... Allah rahmetlerini üzerimizden eksik etmesin.
Aman, biraz daha dikkatli, biraz daha uyanık!.. Sen seni bilmektir, pîre ülfetten garaz. Men aref sırrına erebilmek. Kendini bilmek. Kendini bilmek, Rabbini bilmenin anahtarı.
Söyle, dünyâ engeli neymiş! Sen kesâfetinden letafetine geçtiğin zaman dünyayı avucunun içine alırsın, ukbâyı da avucunun içine alırsın. Arpa tanesi kadar kalır!
Sen küçüklerin insanı değilsin; sen Kur’an’ın sahibisin! Allah yeryüzünde muhatap seni seçmiş, gökyüzünde de seni muhatap seçmiş. Onlar yer mi diyor, ben gökyüzünde de diyorum. Fenâda ve bekâda, dünyâda ve ukbâda Allahla muhatap insan. Ahsen-i takvim insan, mükerrem, mufaddâl insan.
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Þehitlerine “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın...” diyor
Ben Tevhît Þehitlerine hitap ediyorum: Fenafillâhta yok olmuş, Hakk’ı kendine diyet etmiş, nâz ve niyâza yükselmiş, Allah ve Resûlü’nün rızasını emrolunduğu gibi dosdoğru olarak kazanan Tevhît Þehitleriyle sohbet ediyorum.
Meratip-i tevhidi, makamât-ı tevhidi zevk etmişler, ender fenadan geçmişler. Hangi terazi ehl-i tevhîdi tartacak? Kim ona hesap soracak?
Hak mürşit sormuş hesabı. Rabbim Allah, Lâ fâile illallah. Enfüsümde ve âfâkımda her zerremden işleyen tecellî-yi ilâhîyenin mazharıyım. Tecellî-yi sıfat-ı ilâhîyenin mazharıyım. Zandan, acabadan, evhamdan arınmışım, şüpheden arınmışım. Tecellî-yi zât-ı ilâhîyenin mazharıyım.
Hakk’ı diyet eden, fena-yı tamda bekâyı bulan ihvânımıza Cenâb-ı Hak, onlara, özel hitap ediyor:
“Elâ inne evliyaallah, lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn.”[9] Elâ, agâh olun, mütenebbih olun, dikkat edin, tahkîk, muhakkak benim velilerim, fenafillâh olanlarım, nispet ef'âl, nispet sıfat, nispet vücuttan soyunanlarım, zan, evhamdan, şekten ve şüpheden kurtulanlarım!
Ah Benim Dostlarım!
Bin dört yüz sene evvel değil, bu âyet yeni yeni doğuyor, size yeni ufuklar açıyor. “Lâ havfun aleyhim” Sizin için korku yok, sakın ha! Sizin için hüzün yok, elem, keder yok. “Ellezine âmenu”[10] Onlar îmân ettiler, vuslat-ı yârla hâlvet oldular, îmân-ı kâmili buldular. Hak mürşitte yok oldular. Hak’la Hak olmanın sırrına erdiler. Onlar ittika ettiler, müttaki oldular.
Allah bizi bizden ayırmasın, bizi sevgisinden mahrum etmesin. Allah hepinizden razı olsun.
H. Sabri SOYYİÐİT
Aşık sadık dervişlerin
Hak yolunda gidenlerin
Kendi nefsin bilenlerin
Perde olmaz gözlerinde
Fenâfillah olanların
Gönülde yer tutanların
Hak nuruyla bakanların
Perde olmaz gözlerinde
İsm-i azam bilenlerin
Sırra kadem basanların
Kenz-i mahfi olanların
Perde olmaz gözlerinde
Velayete erenlerin
Nübüvveti bilenlerin
Sefasını sürenlerin
Perde olmaz gözlerinde
Sevip sevip sevilenin
İtimadın alanların
Canım derviş olanların
Perde olmaz gözlerinde
Candan içre sevenlerin
Nefse arif olanların
Sırr-ı Kuran bilenlerin
Perde olmaz gözlerinde
Sırat mizan geçenlerin
Halvet zevkin alanların
Halde tevhît edenlerin
Perde olmaz gözlerinde
Dünyâ ukbâ geçenlerin
Urûç nüzül edenlerin
Sabri sırra erenlerin
Perde olmaz gözlerinde
22. 02. 2000 Almanya