İzmir, 02. 06. 2003
Küçükköylü Ahmet
Efendi’yle İlgili Hatıra
Babam ilârahmetillâh, Hacı Ahmet Aras ve ben, üçümüz,
Çanakkale yoluyla İstanbul’a gittik. Babam, durmadan şoföre “Oğlum namaz! Oğlum
ikindi namazını geçirmeyelim. Namaz!”
Adam oyaladı, vakit geçiyordu. Peder kalktı ayağa.
Þoförün yanına gitti. Araba da doluydu. Var sesiyle “Namaz!” diye haykırdı.
Þoför mecburen kenara çekti ve biz, üçümüz, ikindi namazını edâ ettik.
Peder:
- Oğlum, bu millet namaz kılmaz mı? diye sordu bana.
Ne cevap vereceğimi bilemedim. Peder, ona da öfkelendi.
“Bu nasıl Müslümanlık?” diye söylendi.
İstanbul’a gittik. Hacı Tevfik Babanın evinde misafir
olduk.
Nakşi şeyhi olan, Küçükköy’de Ahmet Efendi’yi ziyarete
gidelim, dediler. Hacı Tevfik Baba, Hacı Muhittin Baba, Hacı Ahmet Aras ve ben,
dördümüz, Küçükköy’e gittik.
Bu Hacı Ahmet Efendi, Nakşi şeyhi, aslen Oflu veya
Rizeli. Erzurum’a gitmiş. Orada hocalık yapmış. Oradan da çocukları vasıtasıyla
İstanbul’a, Küçükköy’e getirilmiş.
Biz de Hacı Babalarla ziyaretine gittik. 4-5 kişi de
zaten yanında vardı. Yaşı 85’lerde. Çok mütevazı, ilim sahibi. Herkes elini,
cüppesini, kolunu öpüyor. Sonradan da birkaç kişi geldi. 10-15 kişiyi bulduk. Tahtadan
yapılmış bir geniş sofada oturuyordu. Yâni tahta divanda. Herkes hürmet saygı ile
O’nu dinliyordu. Ahmet Aras ile ben elini öpmek istedik. Öptürmedi, elimizi
vurdu. Biz de elimizi öperek, O’na saygı kabilinden başımıza koyduk ve kapı
dibinde oturduk; o cemaatın dışında. Orada yapılan hareketlerin biraz ifrat
olduğunu, aşırı olduğunu muhakeme yaptım.
Birisi sordu:
- İmam-ı Azam’ın durumuna ne dersiniz?
Tabi ki soran da, oradakiler de hep hoca.
- Maalesef, maalesef! Sapıttı. Onu zindana attılar,
milleti bozmasın diye. Ve zindanda eza ceza ile öldürüldü. Diye söyledi. Ben
O’nun için 60 senedir ağlıyorum.
- Peki, ne yapmıştı?
- Akaid’de “Sıfat, zâtın aynıdır.”diye söylemişti. Halk
buna tepki yapınca, “Sıfat, zatın gayrıdır.”dedi. Ve yine bunu da halk,
hazmedemeyince “Canım ne ayrıdır, ne gayrıdır.” Sapıttı, üç türlü cevap verdi.
Zamanın hükümdarına bunlar anlatıldı. O günkü kadının fetvalarıyla
içeriye alındı. Maalesef çok tehlikeli bir duruma düştü. Bu da Cafer-i Sâdık’a
biat ettikten sonra –bu hâller- oldu.
Ama, biz bunu halktan gizli tutarız. Demeyiz ki, O,
îmânsız gitti. O bizim mezhep sahibimiz. Siz sordunuz, siz de hocasınız, diye
anlatıyorum. Buraya kadar Hocaefendinin izahı, ifadesi.
Ben şahsen buraya kadar çok zor sabrettim:
- Bir dakika! Bir dakika! Muhterem Efendiler! İmam-ı
Azam için “îmânını kurtaramamış” diyenlerin îmânından ben şüphe ederim. Onlar
taklittedirler!
Bir sessizlik oldu. Uzun bir salonun giriş kapısının
yanında oturuyordum. yanımda Hacı Ahmet Aras vardı. Bana doğru döndüler. Ben
yine:
-Bir dakika Efendiler! Beni dinleyin! İmam-ı Azam
Hz.’leri Cafer-i Sâdık’tan maya-yı Muhammediye’yi, ilm-i Ledün’nü manen tahsile
başladığı zaman kendisinde büyük olaylar, tecellîler zuhûra gelmiştir. Ledün
ilmi, hikmet ve mânâ ilmidir. Herkesin buna akıl erdirmesi mümkün değildir. Aynen
İmam-ı Azam’ın söylediklerini aşkla, zevkle söylüyorum, îmân ediyorum.
“Sıfat zâtın aynı” ifadesini kullandığı zaman, Makam-ı
Ruh’taydı. Kurb-i ferâiz’deydi. Zâtından zâtına mazhar düşmüştü, bu zât-ı
muhterem. Bu hâle gelebilmesi için Cafer-i Sâdık’tan fenâfillah mertebelerini
görmüştü. Þirk fiilinden fiilulllaha, şirk sıfatlarından sıfatullaha, şirk
vücudundan vücudullaha mazhar düşen, “mûtu kable en temûtu” sırrına mazhar olan
İmam-ı Azam Hz.’leri, Peygamberimizin Ledün ilmini Peygamberin torunundan
tahsil ediyordu. Fena-yı zâttan tecellî-yi zâta mazhar olan bu zât-ı muhterem
“sırr-ı feeynema”yı müşahade etti. “El vahde bi lâ kesre” kesretsiz bir vahdet.
Burada sıfat, zatın aynıdır. Hz. İsa’nın makamı. Makam-ı Ruh. Öyle bir hâl ki,
Süleyman Çelebi’nin ifade ettiği gibi:
Kim ne hâlidir ve mâli ol mahal
Aklı fikretmez o hâli fehm u hâl!
Öyle bir zevk, öyle bir hâl... Harfle, sözle, kelâmla
ifade edilemeyecek şekilde! Gölgelerin kaybolduğu... Kesretin ortadan kalkıp,
vahdet tecellîsine mazhar olan bu zât-ı muhterem İmam-ı Azam “halk Hak” bir
vücut demiş, Hak’tan gayrı bir şey görememiş. “Sıfat, zâtın aynıdır.” ifadesin
kullanmıştır.
Ve yine bu zât-ı muhterem halkın tepkisine göre
ifadesini değiştirmemiştir. Makamı değişmiş, Makam-ı Ruh’tan Tafsilât-ı
Muhammediye’ye, Hazretü’l-Cem’e geçirilmiştir. “Hüvez zâhir” olan Hak, “Hüvel
bâtın” olmuştur. Hz. Muhammed’in doğuşu! Fark makam! Bu makama “kulluk makam”
denir ki, burada “Sıfat, zâtın gayrıdır!” demiştir.
Makamları değiştikçe, makamdan makama seyr ü sülûk eden
bu zât-ı muhterem, bizlere ifadeleriyle, akaidiyle ders veriyordu.
Hak zâhir, “Sıfat, zâtın aynıdır.” diye buyurdu.
Hak bâtın, “Sıfat, zâtın gayrıdır.” dedi. Ama bu zât-ı
muhteremin gayesi, kesret vahdet tevhit etmekti. Mânâ-yı tevhîdi ikmâl için
mürşidi tarafından ders değiştirildi. Kavseyn sahibi oldu.
Makam-ı Cem’den vahdet şuurunu, zevk ve mânâsını aldı.
Makam-ı Hazret’te, yani Tafsilât-ı Muhammediye’de
kulluk şuuruna, yaşantısına girdi. Öyle kul ki, fenâfillahtan süzülmüş, Hakk'ı
diyet etmiş, kesret vahdet tevhit etmiş.
Kavseyn’de kesret vahdet tevhit eden zât-ı muhterem “Ne
aynıdır, ne de gayrıdır!” demiştir.
İlm-i Ledün meratip ve makamatını yaşayarak, yazarak,
en güzel ifadeleriyle bizi tenvir eden bu zât-ı muhterem, ilm-i Ledün uğruna
canını da feda etmiştir.
Cafer-i Sâdık’a biat ettikten sonra “İki senem
olmasaydı, helâk olurdum!” diye buyuran üstâdımız katiyetle ifade edeyim ki,
îmân-ı kâmil, amel-i salih üzerine ten kafesinden mânâ âlemine kanat açmıştır.
O cemiyette âcizane bunları ifade ettiğim zaman,
oturduğu yerden bir ok gibi fırlayarak, o yaşlı hâlinde, yanındaki cemaatin
omuzlarına basarak –elleriyle-koştu geldi. Kapı dibinde oturuyordum. Bana
sarıldı. Ellerime, dizlerime sarılarak ağlıyordu. Sevinç gözyaşları döküyordu.
- Kim bu zât-ı muhterem? Kimsin? 60 senelik göz
yaşlarımı durdurdun. Bu söylediklerine can u gönülden inanıyorum ve sana dua
ediyorum, binlerce teşekkür ediyorum. Söyle Allah aşkına, sen kimsin?
Kayınpeder, amcazâde Hacı Tevfik Efendi:
- O bizim oğlumuz, damadımız, talebemiz, ifade edince,
- Yok, yok Hacı Tevfik Efendi! Bu başka âlemden gelme.
Sizden bunda bir şey yok. Bugüne kadar hiçbir âlim, bunu bize böyle izah
edemedi, etmedi. Hiçbir kitap böyle yazmadı. Söyle –hem ağlıyor, hem söylüyor-
söyle Allah aşkına sen kimsin?
- Ben, O sultanın izinden giden, aynı dersleri gören,
fenâfillah olan, zât-ı Hakk’ın mazharı. “Hüvel evvelü, vel ahiru, vez zâhiru
vel bâtın” ayet-i kerimesinin mensubu, hâlde tevhît edip, yaşayan, zevk eden o
Cafer-i Sâdık’ın bendeleriyiz.
Muhteremler!
Muhiddin-i Arabî’nin suçu mu vardı? Vahdeti zuhûra
geldi de darağacına çıktı. Þeyh Bedrettin, “Halkın yüzünden Hakk'ı sevelim.
Gelin dostlar, yarınlara bir şey bırakmayalım. Hüdâ gün gibi zâhir!” dedi de o
da dâr üzre miraç eyledi. Seyit Nesimî’nin derisi yüzüldü.
“ittifâki” hadîsini ihtilâfa çevirdiler de yaptıkları
katliamları örtmeye çalıştılar.
Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başı neden kesildi? 72 evlâdı
şehit edildi?..
Hani müslümanın elinden, dilinden, azalarından kimseye
zarar gelmezdi? Hani biz, imha değil ihyâ edecektik? Hani biz düşeni kaldıracaktık?!.
İlmin zâhirinde kalıp, bâtınî mânâlarından nasipdar
olmayanlar, olamayanlar neler neler yaptılar, ama yine de tatmin olmadılar,
olamadılar...Yezidîler astılar, kestiler, hadisat ve olaylar yaptılar, ama yine
de tatmin olmadılar, olamadılar...
Kerbela’da bizim başımız kesildi. Seyit Nesimî’de bizim
derimiz yüzüldü. Þeyh Bedrettinle dâra biz çıktık. Muhittin-i Arabî’yle canı
biz verdik. Onlar benim aynımdırlar.
Kerbela olayı İslâm’ın yüz karası. Yezid, muaviye
soyunun kahpece oyunları. Allah bize acısın. Onlar fırsat buldukça aynını, daha
şiddetlisini yaparlar. Biz imkân buldukça onları îmâna, tevhîde davet ederiz.
Derdimizi halka anlatamadık. Anlamak da istemediler.
Nefisleri buna engel. Nefs-i emmarelerini aşamadılar.
Ben yine Sultanlar Sultanına iltica ediyorum. Can u
gönülden sevip, dualar ediyorum:
Tut elimiz ezel ebed. Yüce sultan bizi bize bırakma.
Bizi bir an olsun gaflete düşürme. Dilimizi Allah demekten mahrum etme. Vallahi
tarih boyunca yaralıyız, üzgünüz. Allah dostlarına neler yapmadılar, neler
yapmadılar!..
Surette ayrı gözüksek de, tarihlerimiz birbirinden uzak
olsa da biz yine yek vücuduz.
Kerbela olayının acıklı vakasını aynen gönlümde,
ruhumda yaşıyor, hissediyorum. Tazeliğini bugün olmuş gibi taşıyorum. Ve yine
Allah yolunda canlarını feda edip Hakk’ı diyet eden bu zât-ı muhteremleri
ruhumuzda, gönlümüzde yaşıyor, hissediyor, aynı acıyı bütün dostlar ile
paylaşıyoruz. Paylaşarak azaltmıyoruz. aynı hâlle hâllenmek, aynı acıyı duymak,
hissetmek... Bunu ifade etmek istiyorum.
Gelin Dostlar!
Kader diyelim. Sevgilinin imtihanı, nazdaki niyazı,
zâtına mazhar kılışı, fena-yı tamda bekanın zevkini verişi, can dostları
ölümsüzlüğe geçirip, ebediyen yâd edişi. Hikmetinden sual olmaz. Fenâfillah
olan nâra yanmaz.
Olayları kader nehrine atmazsak tahammül kolay
değildir.
Allah, rızasından, sevgisinden, kadere rıza
göstermekten bizi mahrum etmesin. Amin!
Yazılacak o kadar çok şeyler var ki... Buna ne zaman
yeter, ne de imkân!
Allah'a emânet olun, derim.
HACI BABA
Hüseyin Sabri SOYYİÐİT