İnsan kimdir? Manevî mesuliyetini idrak eden, aldığı nefesin hakkını veren. Allah’tan tertemiz hava alıyorsun, kirli havayı dışarı veriyorsun. Bu nefesin hakkını ödeyeceksin. İçtiğin suyun, aldığın havanın, yediğin nimetin karşısında manevî mesuliyetin vardır Allah’a karşı. Allah senin damarından, senin kanından sana evlât vermiş.
Baba diyor ki: “Benim oğluma maşallah be! Kırk bir kere maşallah.
-Nesi var oğlunun?
-Oturduğu yerde kazanır. Bir telefonla kazanır. Vurgunlar... Kazanır da kazanır. Herkesin ayda aldığını o, günde, saatte, beş dakikada alır.
-Kıblesi var mı? Allah ve Resûlü’ne îmânı var mı? Fakirin iniltisini duyar mı? Nimete şükreder mi? Kadere razı mıdır? Yaratanı tanır mı? Bu kadar rızkı verenden haberdar mıdır?
-E, onları bilmez.
-Ne bilir!
-Para kazanır, maşallah.
-Îmânsıza maşallah, Allahsıza maşallah(!)
Bir ilâhî yazmışım da, diyorum dağa ki:
Benim derdim sana düşse erirsin
Su olur, sel olur bahre düşersin
Kalmaz nâmın kayıp olur gidersin
Yol ver bize ulu dağlar geçelim.
Bu büyük dert, hepimizin derdi. Ateş bacayı sarıyor; hırsızlama, hortumlama, bankaları delme... İnsanları bu halde bu cennet vatanda sefil, sergerdan bırakan nedir? İmansızlık, ahlâksızlığın ta kendisidir.
“Re’sül hikmete mehafetullah.” Hikmetlerin başı Allah korkusudur. Þu insanın ruhunda, gönlünde, ciğerinde Allah korkusu olacak. Korkma Allah’tan korkandan. Allah’tan korkmayandan kork! Allah’tan korkan, bu milletin hakkına elini uzatamaz. Vatanına, milletine ihanet edemez. Korkar Allah’tan, Allah birdir, her yerde hazır ve nazırdır.
Hazret-i Ali’ye diyorlar ki:
-Ya Ali, sen Allah’ın arslanısın, kimseden korkmazsın.
-Tevbe deyin, estağfirullah deyin. Ben Allah’tan korkmayandan korkarım.” Allah’tan korkmayan kahpedir, hâşâ huzurunuzdan, arkadan vurur, fesattır, münafıktır, içi başka dışı başka, rezildir. Her türlü ihaneti yapar, çünkü Allah’tan korkmuyor. Allah’tan korkandan korkma. Allah’tan korktu mu insan, ondan ne korkuyorsun, onun elinden, dilinden, azalarından zarar gelmez.
Þu millet, şuurunu, aklını, tefekkürünü uyuşturmakla geçiniyor. Bu akşam kafayı uyuşturmasa rahatsız, huzursuz olacak. Bu millete düşünen kafa lâzım değil. Düşünen kafa istemiyor millet. Düşünmeyen, tefekkür etmeyen, Hakk’ı bâtılı seçmeyen, ailesinin günlük nafakasını heder edip giden, nefsî arzularına esir olan bir kafa.
Bütün saadet, selâmet îmânda ve ahlâkta, İslâm’da. Allah bize anlayış versin.
Hz. Ömer, adil Ömer, devlet reisi, emirü’l-mü’minin, mü’minlerin emiri, reis-i cumhuru, başkanı. Çıkıyor minbere va’z ediyor. Cemaattan asgari ücret alan biri diyelim, başka ne diyeceğim ben ona. Bir işçi çıkıyor karşısına ve “sus!” diyor. Susuyor Hz. Ömer ve buyur diyor.
-Sırtına giymiş olduğun entarinin hesabını ver, öyle konuş, yeni entari giymişsin.
Bir işçi, bir devlet reisine, mü’minlerin emirine, padişahına, kralına, sırtındaki mintanın hesabını soruyor. O işçi,
-Çünkü harp ganimetinden ben de aldım. İkimizin eşit olması gerekirken ben aldığımla bir entari dikemedim sırtıma. Sen nasıl diktin de konuşuyorsun karşımızda.
Sakın o günü bu güne getirmeyin haa! Ben buraya mahsus konuşuyorum. O günü bu günle kıyaslamayın sakın ha! Hay Allah yahu, adam iki milyar alıyor yetmiyor; bizim Ömer Efendi alıyor yüz yirmi milyon, o yetiyor.
Hz. Ömer, oğlunu çağırıyor ve diyor ki: “Oğlum Abdullah, bunun hesabını sen ver, ben vermeyeyim.”
Bunu anlatırım da kendim anladığım yok, anlamadan anlatıyorum size. Kafamı duvara vursam az! Anlamadığın şeyi ne anlatırsın yahu?
Oğlu Abdullah diyor ki:
-Ey cemaat, ben de o harpteydim. Babama da ganimetten iki arşın düştü bana da. Babamın entarisi daha eskiydi, ben hakkımı babama hediye ettim, ikisini birleştirdik de pederin sırtına giyecek bir entari yaptık.”
Peder dediği kişi Hz. Ömerü’l-Faruk. Emirü’l-mü’minin. Padişah yahu!
-Amma da saftır, diyor. Devlet reisi olmuş da bilmem ne olmuş...
İrtica ile mücadele ediyoruz. Gidersek geriye gideceğiz Hz. Ömer’e. O zaman sırtımızda ne entari kalacak ne ceket.
Muaviye denilen kişi, Þam’da yahudinin evini yıkıyor, yerine cami yapacak. Gaspen, adam vermek istemiyor. Yahudi halife Ömer’e gideyim diyor. Þam’dan Medine’ye gidiyor. Ben o yolu otobüsle gittim. Büyük bir çöl var orda. Geniş bir vadi. Yürüme on beş günde gidilmez, belki yirmi günde. Kesin bilemiyorum kilometresini. Arada Ürdün var, Ürdün’den geçeceksin, çölden Suud’a girip, Medine’ye. Binmiş devesine gitmiş.
Soruyor Medine’de, halife Ömer’in evi nerde diye. İşte şurada diyorlar. Bakıyor taştan bir şey. Gidiyor oraya. Bir ihtiyarı yatmış orda, ağacın serinine. Ayağıyla dürtüyor,
-Heey, diyor, halifeyi arıyorum.
Hemen kalkıyor Hz. Ömer:
-Buyurun, diyor, yer gösteriyor, otur diyor.
Yahudi;
-Ben halife Ömer’i arıyorum, diyor.
-Halife Ömer benim, diyor.
Yahudi aaah, diyor, kendine hayrı olmayan şu zavallıya gelmişim. Gel de Þam’da saltanatı gör. Geldim ki bundan medet umacağım!..
Hz. Ömer, yahudiye:
-Ne istiyorsun? diyor.
Yahudi söylemek istemiyor. Hz. Ömer ısrar ediyor:
-Nerden geldin?
-Þamdan geldim.
-Hayrola?
-Vali Muaviye, evimi yıktı cebren. Ben razı değilim.
Hemen onu yedirip içiriyor. Yiyeceğini, suyunu her şeyini temin ediyor Hz. Ömer, bir kâğıt yazıyor. Yanına iki kişi veriyor:
-Git bu kâğıdı ona ver, senin evini daha iyi yapıp sana verecek.
Yahudi kâğıdı verince Muaviye korkuyor. Bu sefer emir veriyor, “yıkın camiyi” diye. Yahudi “durun durun!” diyor.
-Niye yıkıyorsunuz camiyi?
-Halife Ömer öyle emir verdi, diyorlar.
Yahudi elini kaldırıyor:
-Ey ulu Allah, Ömer’in inandığı Allah’a inanıyorum, Muaviyeninkine değil. Tamam diyor tamam, yapın camiyi.
Îmân ediyor, nesi varsa Þam’da satıp savıp gidiyor Halife Ömer’in yanına, ömrünü Hz. Ömer’in yanında geçiriyor.