Âfakî ve Enfüsî Mücadele / 31. 01. 2004
Þehitler yıkanmazlar, kanlarıyla gömülür
Aynı şekilde huzurullah’a çıkarılır
Vatan için ölenler halka, Hakk’a sevilir
“Vatan sevgisi imandandır!” bunu bilelim
Âfakî ve Enfüsî Mücadele
Muhterem Dostlar
Komutan bir harpte hata yaptığı zaman, zayiat verir. Harp güzergâhında askerleri güzelce siperlendiremeyen, düşmanın nasıl geleceğini, nereden, nasıl baskın yapabileceğini hesaplayamayan komutan, açık verdiği yerden yara alır, kayıplar verir. Sonra “Eyvah! Burayı neden görmedik? Düşman buradan baskın yaptı!..” diye dövünür.
Düşman sizin hiç hesaplayamayacağınız bir yerden de size saldırabilir. Binde bir ihtimâl olsa da ona dikkat edeceksin, önem vereceksin. Eyvah dememek için bütün tedbirleri akl-ı selim ile alacaksın. Tarihimizde bazı ihmâller yüzünden çok kayıplar, çok şehitler vermişizdir.
İnsanı başarıya götüren, akl-ı selimdir. Bunu her zaman gerektiği gibi kullanmak, tedbirli ve dikkatli olmak gerekir.
Bazıları zaferin sarhoşluğuna düşer, “Kazandık!” der. Dikkat etmez. Düşünmez ki mağlup olan düşman şimdi ne tedbir alıyor… Önemli olan zaferi kazanmak ve onu muhafaza etmek. Yaralı tilki, aslanlar parçalamıştır.
Ben yine dostlara tavsiye ediyorum: Akl-ı selim ile hareket etsinler. Sözünü sohbetini bulunduğu cemiyette dikkatlice konuşup açık vermesinler. Çok zamanlar, cephede kazanılır, masada kaybedilir.
Muhteremler!
Biliyorsunuz ki mücadele hem âfakî, hem de enfüsîdir. Yâni hem zâhirî, hem de bâtınîdir. Zâhirî yönden muvaffak olabilmek; maddî güçle birlikler arasında ittifakı sağlamakla komutanlara saygılı olmakla “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” inancını taşımakla mümkündür.
Allah için, din için, vatan ve namus için mücadele edip zafere ulaşmak, aman Allah’ım ne şeref ne meziyet! Bu yolda seve seve canını vermek de en yüksek derece: Þehitlik derecesi!
İmanlı, ahlâklı, vatanperver, “Hubbul vatan minel iman” duygusuyla duygulanan, cennet vatanı düşmanın kirli ayağından, istilâsından koruyanlar ne şerefli, ne meziyetli insanlar!
İşte bunlar, Mehmet Âkif’in dediği gibi:
“Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
Selâm olsun vatana göğsünü siper edenlere!
Selâm olsun vatan için, din için şehit olanlara!
Selâm olsun memleket ve milletine hizmet uğrunda canını feda edenlere!
Selâm olsun bize bu cennet vatanı hediye eden aziz geçmişlerimize.
Ruhları şâd olsun. Makamları âli ve cennetü’l-âlâ olsun. Amin!
Ruhları için el-Fatiha!
Bu âfakî mücadele idi. Bir de nefsî mücadele var! Hani derler ya, “Su uyur düşman uyumaz.” Su da uyumaz, nefis düşmanı da hiç uyumaz. Düşmanı yendiğimiz zaman serhatlara bayrağımızı çekeriz. Nefis düşmanını da yendiğimiz zaman gönül kalesine tevhid bayrağını çekeriz. İşte o zaman kendimizde Allah ve Resûlü’nü söz sahibi etmiş oluruz.
Samimiyetle ifade edeyim ki nefsî mücadelede muzaffer olmak, kolay bir zafer değildir. Allah’ın Resûlü “Ulu Yaratanım, ezel ebed tut elimiz” diye dua ediyor. “Beni bana bırakma.” diye yalvarıyor.
Gecesini gündüzünü zikre, ibadete, tevhide veren zat-ı muhteremler, dikkatimizi çekerek ne kıymetli ifadeler kullanmışlardır. Nefsî mücadelede muzaffer olabilmek için mürşid-i kâmilin telkin ettiği zikrullah, rehberimiz olacaktır inşallah!
Sizin hayırlınız, öfkesini yenen, insanları af eden, insanlara iyilik edendir. Bu nefsî mücadelede zafere erebilmek için dikkat üzerine dikkat edeceğiz. Bu yolda küçük ihmâl, büyük felâketler getirir.
Maddî yönden zafer, insanı dünyada rahata, huzura kavuşturur. Mânevî yönden zafer, insana dünya ve ukba saadeti verir. Ölümsüzlük âlemine geçirir. İnsan ilâhî hitaba muhatap olur: “Ey Allah’ın velileri! Sizin için korku, hüzün yâni üzüntü yoktur.”[1]
Bu, ancak nefsî mücadelede muzaffer olanlara, gönül kalesine tevhid bayrağını çekenlere, Allah ve Resûlü’nün itimadını kazananlara yapılan ilâhî hitaptır.
Muhterem Efendiler!
Þu insanoğlunu lâyık olduğu makama yükseltmek, muzaffer kılmak, onu maddenin, nefsin, nefsânî hareketlerin etkisinden kurtarıp Allah ve Resûlü’ne dost edebilmek çok önemlidir! Allah bu yolda elimizden tutsun, yardımcımız olsun “Onlar, Allah’ı ayaktayken, otururken ve yaslanırken zikrederler. Sonra tefekkür makamına yükselirler de, Rabbimiz bâtıl bir şey yaratmamış, şuhuduna ererler.” [2]
Bu mânevî kazanca ulaşan zat-ı muhteremlerin her an dikkatleri artacak. Kazandıkları kemâlatı muhafaza edecekler. Þeriatın ahkâmıyla, Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanacak, öyle dikkat edecekler ki şuhuttan, tefekkürden düşmesinler.
Allah ve Resûlü’ne muhatap olmuşlar. Kur'an-ı Kerîm’in ikiz kardeşi bunlar. Görerek, bilerek, yaşayarak şahadet vermişler. Bu kutsîyeti ve ulvîyeti korumak, pek kolay değil! İşte daima bunu kaybetmenin korkusu içerisinde “Beynel havfi ver recâ!” hâlinde olacaklar.
Ulu Yaratanım, bizi Allah demekten mahrum etmesin. Þuhuttan, tefekkürden düşürmesin.
Peygamber Efendimiz (s.a.) kendisini o kadar ibadat u taata vermiş ki… Zikir onda, fikir, tefekkür onda, ibadât u taat onda. İlmin, irfânın hazinesi, hikmetler menbaı. Bütün kâinat O’nun nurundan yaratılmış. “Habîbim, sen olmasaydın on sekiz bin âlemi yaratmazdım!” ifadesinin muhatabı. İki cihan serveri, Rabbisine dua ederken: “Rabbim! Beni bana bırakma, tut elimden ezel ebed.” buyurmuş.
Ulu Sultanın gösterdiği tenezzül ve tevâzunun karşısında taşlar erir. O, böyle dua ederken, biz nasıl olmalıyız? Akl-ı seliminize bırakıyorum.
Allah cümlemize bu yolda anlayış versin. Huzur, sevgi, muhabbet versin. Bizi tefekkürden mahrum etmesin. Amin!
31. 01. 2004